Bu Blogda Ara

9 Aralık 2025 Salı

Barışın İnşasında Yerelden Evrensele Bir Köprü: "Yurtta Sulh, Cihanda Sulh" ve Sosyal Arabuluculuk



Giriş

Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün "Yurtta sulh, cihanda sulh" vecizesi, on yıllardır Türkiye Cumhuriyeti’nin temel dış politika ilkesi olarak hafızalara kazınmıştır. Ancak bu sözü yalnızca diplomatik bir doktrin veya devletlerarası bir strateji olarak okumak, onun derin felsefesini eksik bırakmak olmaz mı?

Barış, yukarıdan aşağıya (devletten bireye) inen bir emir değil, aksine aşağıdan yukarıya (bireyden topluma) inşa edilen bir kültürdür esasında. Günümüzde bu kültürü yaşatmanın ve pratik hayata uygulamanın en etkili yolu ise, hiç kuşkusuz  "Sosyal Arabuluculuk"tur. Sosyal arabuluculuk, Atatürk’ün vizyonunu modern toplumun karmaşık ilişkiler ağına taşıyan bir köprü vazifesi görmektedir.


YURT KAVRAMININ YENİDEN TANIMLANMASI

Yurt" Kavramının Yeniden Tanımlanması
Atatürk’ün "Yurtta Sulh" ilkesini sosyal arabuluculuk perspektifiyle ele aldığımızda, karşımıza çıkan ilk soru şudur:


Acaba "Yurt" neresidir?

Yurt, sadece harita üzerinde sınırları çizilmiş bir toprak parçası mıdır? Bir birey için yurt; akşam döndüğü apartmanı, çocuklarının oynadığı mahallesi, gününün yarısını geçirdiği iş yeri ve aynı zamanda  parçası olduğu sivil toplum değil midir?


Bu durumda,  Şayet bir toplumda komşular park yeri yüzünden birbirine düşman kesiliyorsa, aile içi iletişim kopmuşsa veya iş yerlerinde mobbing bir norm haline gelmişse, orada "Yurtta Sulh"tan bahsetmek mümkün müdür?

Sosyal arabuluculuk tam da bu noktada devreye girer. Yargı sisteminin soğuk ve cezalandırıcı yüzü yerine; Yargılamayan/cezalandırmayan daha da önemlisi; insanı, duyguyu ve iletişimi merkeze alan bir yaklaşım sunar. Oysa Mahkeme salonlarında taraflar;

"Davacı" ve "davalı" olarak ayrışırken;

 Arabuluculuk masasında "çözüm ortakları" olarak birleşirler. Bu, toplumsal barışın en küçük birimden, yani bireyden başlayarak örülmesidir.

ÇATIŞMA KÜLTÜRÜNDEN, UZLAŞI KÜLTÜRÜNE

Bilhassa belirtmek gerekir ki ; Çatışma, gündelik hayatımızın, insan doğasının ve sosyal yaşamın ayrılmaz bir parçasıdır. Bu nedenle, çatışmayı yok sayma yerine, çatışmayı yönetme biçimimiz daha önemli bir hal almaktadır. Dolayısıyla, Çatışmanın yönetilmesi ve çözümlenme biçimi, o toplumun medeniyet seviyesini de  belirlemektedir. Geleneksel yöntemler genellikle "kazan-kaybet" senaryosu üzerine kuruludur. Bir tarafın zaferi, diğerinin mağlubiyeti ve dolayısıyla öfkesi demektir. Oysa "Yurtta Sulh" ilkesi, toplumsal bir ahengi hedefler.

Sosyal arabuluculuk, taraflara şu mesajı verir:

 "Sorunu çözerken ilişkiyi feda etmeyin."

Bu o kadar önemli, üzerinde durulması gereken bir cümledir ki hepimiz keşke bunu iliklerimize kadar hissedebilsek/özümsesek. Şöyle ki;  Bazen tartışmayı, fiziki ve psikolojik savaşımı kazanmış olmak, kaybetmektir. Siz kazanırken karşınızdakinin gözünden, yüreğinden düşersiniz, karşınızdakinin iç dünyasında öyle bir burukluk, kırıklık yaratırsınız ki, adeta onun dünyasında siz  kayıp gidersiniz. Evet  haklı çıktınız, karşınızdakini alt ettiniz belki, ama ne pahasına? 

 Tam da bu noktada Profesyonel Sosyal Arabulucular/barışın elçileri devreye girer. Peki ama nasıl?  Empati, aktif dinleme ve şiddetsiz iletişim teknikleriyle sosyal arabulucu profesyonellerince yürütülen  süreçler sayesinde tabi ki, bireylere karşısındakini bir "düşman" veya "öteki" olarak değil; farklı ihtiyaçları olan bir "insan" olarak görme becerisi/empati kazandırır. Bu, toplumdaki kutuplaşmanın panzehiridir. Bir sorunu mahkemeye taşımadan, diyalog yoluyla çözebilen her birey, aslında toplumsal barışın inşasına bir tuğla koymaktadır.

KELEBEK ETKİSİ: YURTTAN CİHANA

Şöyle bir günümüz dünyasına bakalım; Başta Filistin'de feryat eden insanlar olmak üzere , Suriye, Ukrayna'yı bir  düşünün; anasız babasız çocuklar, evlerini terk etmek zorunda kalmıs yurtlarından edilmiş göçmen olmuş insanlar, heryerde ayrı bir çatışma, kan ve gözyaşı var değil mi? 

Bu noktada Mustafa Kemal ATATÜRK'ün o güzel vecizesindeki vizyonunun ikinci kısmı olan "Cihanda Sulh",  ilkesi karşımıza çıkıyor.

 Her ülkenin kendi içinde yani yerelde sağlanan uzlaşı kültürünün diger uluslara etkisi hiç kuşkusuz, Uzlaşı kültürünün faydasını bir çarpan etkisi ile dahada artacaktır. Bu dogrultuda Barış, dısardan getirilen yani deyim yerindeyse ihraç edilen bir ürün değil, içeriden dışarıya yayılan bir ışıktır. Kendi iç dinamiklerinde, mahallesinde, sokağında barışı tesis edememiş; uzlaşı kültürünü içselleştirememiş bir toplumun, dünya barışına katkı sunması beklenebilir mi?

Denilebilir ki; Bu bir kelebek etkisidir. 

Huzurlu birey, huzurlu aileyi kurar. Huzurlu aileler, güvenli sokakları; güvenli sokaklar ise barışçıl bir ulusu oluşturur. UZlaşı kültürünü benimsemiş toplumların dış politikaları da daha yapıcı/barışçıl olur. Dolayısıyla sosyal arabuluculuk, sadece iki komşuyu barıştırmak değil; uzun vadede dünya barışına hizmet eden bir zihniyet devrimidir.

Sonuç

Mustafa Kemal Atatürk; Bize bir hedef göstermiştir, sosyal arabuluculuk ise bu hedefe giden yoldaki en güçlü araçtır. Bugün ihtiyacımız olan şey, çatışmaları halı altına süpürmek veya sadece kolluk kuvvetleriyle bastırmak değildir. İhtiyacımız olan; anlayan, dinleyen ve konuşabilen bir toplum yapısıdır.

"Yurtta sulh, cihanda sulh" sözünü yaşatmak;

 Sadece anma törenlerinde tekrar etmekle değil, bir anlaşmazlık anında "Gel, konuşalım" diyebilmekle mümkündür. Barış, ancak biz onu gündelik hayatımızın bir pratiği haline getirdiğimizde gerçek anlamını bulacaktır.

Serkan HORUZ 

Sosyal Arabulucu/Uzlaştırmacı




 KAYNAK:

https://sosyalarabuluculukakademisi.blogspot.com/2025/12/barsn-insasnda-yerelden-evrensele-bir.html

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder